Afganistan’daki trajik gelişmelere duyarsız kalamayız; ülkeden kaçan kişiler için başta mülteci hukuku olmak üzere genel insan hakları hukukunun gerektirdiği önlemler gecikmeksizin alınmalıdır.
Afganistan’da yabancı güçlerin çekilmesi ile Taliban kuvvetlerinin ülkede zaten var olan etkisi hızlı bir şekilde ilerlemiş ve yakın zamanda başkent Kabil’in de ele geçirilmesi ile ülke çok büyük oranda resmen Taliban kontrolü altına girmiştir. Bunun üzerine uzun yıllardır süren Afganistan’dan kaçışlar yeni bir evreye ulaşmıştır. Zira, başta kadınlar, çocuklar, lgbti gruplar, devrik Afganistan Hükümetinde görev alan tüm asker ve çalışanlar, ülkedeki yabancı güçlere lojistik hizmet sunduğu düşünülen kişiler ve bazı etnik ve dini gruplar Taliban rejimi altındaki Afganistan’da yeni riskli insan profilleri oluşturmuştur. İçinde İran-Türkiye rotasının da olduğu birçok rota ve komşu sınır devletler üzerinden ülkeden kaçışlar başlamıştır. Henüz kitlesel ve olağanüstü artışta değerlendirilmeyen kaçışların önümüzdeki haftalarda ciddi bir şekilde artacağı tahmin edilmektedir. Bu duruma bağlı olarak ülkemizde ve dünyada başta Afganistan’dan gelenler olmak üzere mülteci, göçmen ve genel olarak yabancı düşmanlığına dayalı nefret söyleminin arttığı ve bunun –Ankara Altındağ’da henüz yakın zamanda yaşandığı üzere- hızla ciddi ve trajik nefret suçlarına dönüştüğü gözlemlenmektedir.
Sığınma hakkı tarihin her dönem ve coğrafyasında genel kabul görmüş, “geleneksel hukuk” içinde her ülke tarafından uygulanmış, öğretide birinci kuşak haklardan sayılan temel bir insan hakkıdır. 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (İHEB) madde 14’te "Herkesin zulüm altında başka ülkelere sığınma ve sığınma olanaklarından yararlanma hakkı vardır" şeklinde yazılı hukuk alanında ifade edilmiştir. Hemen sonrasında oluşturulan ve ilk BM Sözleşmelerinden olan “Mültecilerin Hukuki Statüsüne Dair Sözleşme” 1951 yılında Cenevre’de kabul edilmiştir. Türkiye de bu sözleşmenin hazırlayıcısı ve ilk imzacı ülkelerinden olup halen bu Sözleşmenin Yürütme Komitesi (EXCOM) üyesidir. 1967 New York Protokolüne de taraf olan Türkiye halen 1951 Sözleşmesini dünyada coğrafi sınırlama ile uygulayan üç ülkeden birisidir. 1951 Sözleşmesi dünyada sığınma arayan kişiler için uygulanan en temel uluslararası insan hakları hukuku düzenlemesidir. Sözleşmenin özellikle 33. maddesi geleneksel hukukta “non-refoulement” olarak bilinen ve uluslararası korumanın temel taşını oluşturan “geri göndermeme” ilkesini içermektedir. Sözleşmenin 31. maddesi sözleşme kapsamında koruma sağlanması gereken sığınmacı ve mültecilerin ülkeye düzenli veya düzensiz yollardan girişlerini –adeta işin doğası gereği olmasından ötürü- koruma altına almıştır. Geri göndermeme ilkesinin aynı zamanda ülkeye girişi engelleme ve sınırlardan geri göndermeyi (push back -geri itme) eylemlerini yasakladığı bilinmektedir.
Bunun dışında Türkiye’nin de taraf olduğu BM İşkenceye ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı veya Onur Kırıcı Muamele veya Cezaya Karşı Sözleşmenin 3. maddesi açık bir şekilde kişinin iade edileceği ülkede işkence ve kötü muameleye uğrama riski varsa bunu taraf ülkeye yasaklamaktadır. Yine, Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) 2. ve 3. maddeleri kapsamında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’nin oluşturduğu içtihat külliyatı sadece 1951 Sözleşmesinde tanımlanan durumlarda değil, adi suçlardan dolayı dahi ülkesini terk eden kişilere duruma göre sığındığı ülkeden sınır dışı edilmeme konusunda bir koruma sağlamaktadır. 1982 Anayasası madde 90/son “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası Sözleşmeler kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır” hükmünü içermekle Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerin hukuk sistemimiz ve hiyerarşisi içindeki yerini net olarak ifade etmektedir.
Temel ve birinci kuşak bir insan hakkı alanını oluşturmasına rağmen Türkiye’de yakın zamana kadar sığınma hakkını koruyan ve bu alana ilişkin prosedürü düzenleyen bir kanun düşünülmemiştir. Ancak yakın sayılabilecek bir geçmişte, 04.04.2013 tarihinde kabul edilerek 11.04.2014 tarihinde yürürlüğe giren 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu (YUKK) bu alana ilişkin temel iç hukuk düzenlememiz olmuştur. YUKK madde 65/4 sığınma amaçlı ülkemize gelişlerde düzensiz yollarla dahi olsa ülkeye girişe yasal koruma sağlamakta, YUKK madde 4 ve 55 ise bu kapsamdaki kişilerin sınır dışı edilmelerini yasaklamaktadır. Dolayısı ile Afganistan’ın güncel durumundan kaçan kişiler başta olmak üzere ülkemize sığınma amacıyla gelen herkese sığınma hukuku usul güvencelerine erişim imkanı sağlanması ve bu hukukun halihazırda var olan idari ve yargısal denetim mekanizmalarının adil ve etkin çalışmasının ulusal ve tarafı olduğumuz uluslararası hukukun bir gereği olduğu açık olarak görülmektedir.
Temel bir insan hakkının ve açıklanmaya çalışıldığı üzere ulusal ve tarafı olduğumuz uluslararası hukukun açık bir gerekliliği olmasına karşın ülkemize sığınan insanlara yönelik son zamanlarda yükseltilen ayrımcılık ve nefret içeren söylemin –benzerleri başka coğrafyalarda ve tarihte de trajik bir şekilde görüldüğü üzere- hızla ayrımcılık ve nefret suçlarına dönüştüğü ve toplumsal barışı tehdit ettiği görülmektedir. İzmir Barosu olarak konuya ilişkin hukuki mevzuata atıf yaptıktan sonra uluslararası ve ulusal kurumlara ve kamuoyuna çağrılarımızı belirtmek isteriz:
ULUSAL VE ULUSLARARASI DEVLET YAPILARINA YÖNELİK:
UNHCR (BMMYK)’ın Ağustos 2021 tarihli ‘Afganistan’a geri dönüşlere ilişkin’ pozisyon belgesindeki çağrıya da itibar edilerek Afganistan istikrar kazanana ve ülkedeki durumun güvenli ve insan onuruna yaraşır geri dönüşü mümkün kılana kadar Afganistan’a yönelik –idari ve yargısal yollar tüketilerek haklarındaki sınır dışı etme kararı kesinleşmiş olsa bile- tüm sınır dışı işlemlerinin menşe / transit ülke / üçüncü ülke olarak durdurulması, iltica talepleri reddedilen kişilerde mülteci ve ikincil koruma statüleri kapsamında yeni durum değerlendirmesine imkan verecek şekilde dosyalarının yeniden ele alınması, yapılacak yeni değerlendirmelerde ‘dahili kaçış’ ve ‘yer değiştirme’ alternatifleri temelinde sığınma olanağından mahrum bırakma kararlarından uzak durulması,
Non-refoulement (geri göndermeme) ilkesinin de bir gereği olarak ülke sınırlarının sığınma prosedürlerine erişime izin verecek şekilde açık olmasının sağlanması; fiziki ve sınır kolluk tedbirlerinin bu anlamda göçün durdurulmasına değil, göçün yönetilmesine yönelik irade ve inisiyatifin alınması, bu kapsamda 1951 Cenevre Sözleşmesi madde 1/F uygulamasında ‘bireysel sorumluluk’ kapsamında dikkatli bir değerlendirme yapılması, sınıra yakın bölgelerde Uluslararası Koruma (UK) başvuru kayıt ve kabul kapasitelerinin arttırılması, mülteci hukukunun idari ve yargısal usul güvencelerinin adil ve etkili bir şekilde işlemesinin sağlanması, sosyal sorunlara neden olmadan dengeli bir şekilde ve hızla uydu kentlere ve gerek görülmesi halinde oluşturulacak geçici barınma merkezlerine sevk işlemlerinin yapılması, uydu kentlerde ve geçici barınma merkezlerinin olacağı şehirlerde olası sosyal sorunların önlenmesine yönelik pro-aktif tedbirlerin alınması,
ULUSLARARASI TOPLUMA YÖNELİK OLARAK:
Uluslararası mülteci hukukunda bulunan ‘yük paylaşımı’ (burden sharing) ilkesinin ‘sorumluluk paylaşımı’ veya ‘onur paylaşımı’ anlayışı altında olası sığınma akınının mali ve sosyal sorumluluğunun ve faturasının komşu ve transit rota üzerinde bulunan ülkelerde değil tüm insanlık ailesince paylaşımı konusunda gerekli etkili tedbirlerin alınması, ancak bunu yaparken sığınmacı nüfusun komşu / sınır / göç rotası üzerinde bulunan ülkelerde tutulması sonucunu doğuracak taktik ve çözüm arayışlarından uzak durulması,
Afganistan’daki yeni durum üzerine gelişen risk ve hassas grupların, bu kapsamda özellikle kadınların, çocukların, lgbti grupların, devrik Afgan Hükümetinde görevli asker ve çalışanların, yabancı güçlere lojistik destek sunduğu düşünülen çalışanların, etnik ve dini azınlıkların korunmasına yönelik tedbirlerin alınması,
ULUSAL MAKAMLARA YÖNELİK:
Göç İdaresi Genel Müdürlüğü (GİGM) (özellikle Uyum Daire Başkanlığı olmak üzere), TBMM İnsan Hakları Komisyonu, TİHEK ve Kamu Denetçiliği, Barolar, sendikalar, Meslek Odaları, yerel yönetimler ve sivil toplumun konu hakkında duyarlılık göstererek pro-aktif hukuki ve sosyal tedbirlerin alınması, başta kayıt ve barınma olmak üzere sağlık, eğitim ve insani alanlarda hızlı ve etkili önlemlerin alınması,
Başta siyasi açıklamalar ve medya / sosyal medya paylaşımları olmak üzere yabancı düşmanlığını tahrik eden, körükleyen ve hatta suça teşvik eden nefret söylemi içerir açıklamalardan uzak durulması, bunu ısrarla yürüten gerçek ve tüzel kişiliklere yönelik ayrımcılık ve nefret suçlarına yönelik etkin soruşturmaların yürütülmesi,
Afganistan’daki mevcut durum ve tüm ülkelerden sığınma amaçlı insan hareketlerinin nedenleri üzerinde genel kamuoyunu doğru ve şeffaf bir şekilde bilgilendirici, eğitici, konunun insan hakları ve insanlık onuru boyutunu öne çıkarıcı yayın ve açıklamaların uygun teknik ve taktiklerle yaygınlaştırılmasının sağlanması,
talep edilmektedir.
Buna göre tüm ülkeler için sığınmacılara bu anlamda sınırları açık tutmak siyasi bir tercih meselesi veya lütuf değil hukuki bir zorunluluktur. Sınırlarına duvar örerek kişilerin hukuka erişimini engellemeye çalışan ülkeler insan hakları ile de aralarına bir duvar örmüş demektir. İzmir Barosu başta 2013 yılından buyana alanda özel ve aktif olarak çalışan Göç ve Mülteci Hakları Komisyonu olmak üzere İnsan Hakları Merkezi, Kadın Hakları Merkezi, Çocuk Hakları Merkezi ve LGBTİ+ Komisyonu ile bu taleplerin ve işleyişin takipçisi ve gerekli durumlarda hukuki ve yargısal müdahili olmaya devam edecektir.